28 Kasım 2011 Pazartesi

Gittim, gezdim, gördüm, yorgunluktan öldüm ama mutlu da oldum

Bir cumartesi günü insan en sevdiği arkadaşlarından biriyle Pera Müzesi'ndeki sergileri gezmekten başka ne isteyebilir? Hmm... Birçok şey? Oldukça makul lakin bu ayın yirmi altısına denk düşen cumartesi günü Angel ve benim istediğimiz tek şey buydu. Ta ki Twitter üzerinden gelen " Lütfi Kırdar'a gidin " cümlesine önce bakışlarım ardından zihnim takılana dek... Öyle yaptım, böyle yaptım; sosyal medya aracılığı ile Angel'ın mesaj kutusundan girip burnundan sinirle üflenen nefes olarak çıktım ve kendisini Contemporary Istanbul sergisine gitmeye razı ettim. 

Kim Bo Min'in elinden Samcheong ( Eserde Kore mürekkebi kullanıldığı özellikle belirtilmiş )

Her ne kadar Küçükçekmece İstanbul'daki ilk yerleşim yerlerinden biri olsa da günümüz şartlarında İstanbul'dan öte İstanbul'dan ziyade olarak adlandırdığım bir ilçe. Hal böyle olunca sabah on buçukta yola düştüm, olur ya hani Angel benden erken gelirse bekletmeyeyim kendisini diyerekten. Ne de olsa express otobüs tercih ederek buluşma noktamıza bir saatte geleceğini iddia etmişti kendisi beni haftasonu kalabalığında bir başıma bırakarak. Ben de yanıma GD ve T.O.P yi ( bkz. eşlikçilerim ) alıp yollara düştüm. Metrobüsle Mecidiyeköy istikametine doğru giderken bir aralık yanıma Allah'ın elinden çıkma öyle bir sanat eseri düştü ki " Tamam " dedim kendi kendime, " Göreceğimi gördüm ben bugün. Vazgeçiyorum sergiden " . Çıplak gözle bir kere baktım. Bir ikinciye cesaret edemedim. Neme lazım, saçtığı ışıltı yüzünden hamsi gözlerime birşey olur falan. İşi espriye vurduğum yeter sanırım. Arkadaş iyiydi, hoştu lakin gerçek şu ki dikkatimi çeken şey ayakta olmasına rağmen sahaftan çıkma olduğu belli bir kitabı okumasıydı. Takdire şayan hareketler bunlar. Kitabın başlığına baktım eve döndüğümde araştırmak üzere fakat hatırlayamadım maalesef. Ah bu benim işlevini layığıyla yerine getirmeyen hafızam!


Young-Ok KO nun elinden The Market Place ( Fiyatını da yazayım mı? )


Mecidiyeköy'e ayak bastığımda duymayı çok sevdiğim (!) bir haber aldım Angel'dan. Trafiğe takılmış. Yufka yüreğimin ağzımdan çıkışı " Varsın olsun. D&R a girmeyi düşünüyordum ben de zaten. Orada vakit geçiririm sen gelene kadar " şeklinde oldu. Dediğimi yaptım. İstiklal Caddesi'nin kalabalığından bir an önce sıyrılma isteği ile - çekikgöz gördüğümde yavaşladığımı saymazsak - hızlı adımlarla kitabevinin yolunu tuttum. Birkaç kitaba göz gezdirdikten sonra Haruki Murakami'nin henüz minik kütüphanemde bulunmayan tek kitabı olan Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında - ki bu eseri Burcisu'ya yazar hakkında fikir edinmesi için aldırmıştım - ile birlikte üst kata yollandım. Minderimsi taburelerden birine oturup okumaya başladım. Birkaç sayfa ilerlemiştim ki ikinci bir haber aldım arkadaşımdan yarım saatten önce gelemeyeceğine dair. " Bari caddeye çıkayım da bi tur atayım sen gelene kadar. Birkaç çekikgöz görürüm de sinirlerim gevşer belki " diye yanıtladım kendisini. Tam da o anda üst kata Japon olduğunu tahmin ettiğim biri geldi. Üstelik genç, üstelik tek başına! Kirpiklerimin altından ara sıra kendisine baktığımdan habersiz halde İstanbul haritalarını inceledi bir süre. Oturduğum yerin karşısına düştüyse suç benim mi! Efendim, ben halimden memnun o ise haritalar arasında kaybolmuş vaziyette bir süre daha geçti. " Bu böyle gitmez " dedim içimden ve ayaklandım. Kendisine yaklaşıp " Sumimasen. Do you need any help? " dedim... Demek isterdim ama beni tanıyanlar böyle birşeyi asla yap(a)mayacağımı bilirler. Tanımayanlar da öğrenmiş oldular. Yaptığım tek şey arkadaşımın Taksim'e ulaşmasına on dakika kaldığına dair müjde içeren haberine karşılık kendimi caddeye atmak oldu. Shinkansen dakikliğine sahip olmasını beklemiyordum Angel'ın. Bununla birlikte buluşma yerine bir saat gecikmeli gelmesini de beklemiyordum doğrusu. Bir de evvelsi gün bekletilen taraf değil de bekleten taraf olmayı dilemiştim güya.

Eserin sahibinin adını okuyamıyorum maalesef ama büyüleyiciydi yaptıkları. 55 000 TL ile açılış yapmış duyduğuma göre.

Sözün özüne gelmeden evvel epey dolaştım her zamanki gibi. Buraya kadar okumayı başarabilenlerle yola devam edelim ve Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı'nın kapısına dayanalım artık. Giriş ücretlerinin tam 20 TL, öğrenci 12 TL şeklinde belirlendiği bir sanatsal etkinlikten bahsediyoruz. Bu yüzden bize kılavuzluk edebilecek kataloğun 20 TL olarak ücretlendiriliğini öğrenmek sizi şaşırtmamış olsa gerek. Ben 1 TL diye duymuştum ama işin o kısmına hiç girmeyeyim şimdi. Onun yerine hangi numarada hangi ülkenin eserlerinin sergilendiğini gösteren ücretsiz kataloğu yanımıza alarak turnikelere yöneldik. İçeride pişmemize neden olacak giysilerimizi teslim edip kartımızı alınca iyice anladım ki Pera Müzesi'ndeki rahatlık burada yok. Etrafa bir hava hakim ama kesinlikle benim soluduğumdan değil: Yapay bir hava. Zaten kendi türümden en fazla üç insan görünce iyice emin oldum yaptığım çıkarımdan. Hal böyle olunca ilk dakikalarda gerildim ama herkesin biyolojik olarak Primat takımına dahil olduğunu kendi kendime bir iki kere tekrar edince her şey yerli yerine oturdu. O andan itibaren sergilenen eserlere odaklanmam kolaylaştı. 


Cama doksan derecelik açı ile yerleştirilmiş Stonehengevari eser ilk hoşuma giden şey oldu. Fotoğrafını Angel çektiği için ve henüz kendisinden almadığım için koyamıyorum maalesef. İlk vurulduğum eseri ise sağda görüyorsunuz zaten. Kimin elinden çıktığına bakmamıştım ki Angel " Kızım! Seninkiler yapmış bunu " deyince çifte sevinç yaşadım. Çekikgözlülere benimkiler gözüyle baktığı için değil tabii. Kore doğumlu sanatçının bu eseri size yetmediyse buyrun şu siteye bir göz atın: Ran Hwang. Yettiyse bile bir daha bakın. Daha etkileyici olanları var düğme, boncuk ve iğne kullanılarak ortaya çıkarılan bu eserden. Bence. Efendim, biz orada hayranlık belirten ünlemleri sıralarken bir bayan yanıma yaklaştı ve " Kanatların ortasına geçeyim de fotoğrafımı çekin " diyerek telefonunu uzattı. Ardından aynı pozu bir de fotoğraf makinesi ile çekmemi rica etti. Kıramadım tabii. Olmayan fotoğrafçılık yeteneğimi konuşturup bir yandan serbest kalan elimle yönü işaret ederken " Biraz sağa lütfen. Biraz daha. Bu fazla oldu. Azıcık sola " şeklinde sözler sarfetmeyi ihmal etmedim. Neyse ki beğendi, üzerine bir de " Yaşasın! Melek oldum " diyerek sevindi. Bu tepkinin üzerine büyük bir rahatlama hissettim yalnız olmadığımı öğrenince tipitiplik konusunda. Yaşça benden büyük olanlar bile tuhaflaşabildiğine göre aynen devam. 


Sanat öğrencisi değilim. Bildiklerimin ve gördüklerimin çapıyla orantılı olarak yorumladım sergideki eserleri. Kimi zaman kelebek etkisinden Yunan mitolojisindeki Pegasus'a geçiş yapacak kadar çeşitlilik gösteren çağrışımlar yapan zihnim zaman zaman boş bakışlarımın manasızlığı ile yüklendi. Bağlantı kuramadım, özümseyemedim. Sanat sanat içindir ve sanat toplum içindir cümleleri arasında mekik dokudum. Işık oyunlarından keyif aldım. Tokyo standında ayrı bir zevkle dolandım. Fuji dağını arkasına alan manzaranın önünde fazlaca oyalanıp fonda Fuji olduktan sonra her fotoğrafın etkileyici olacağına kanaat getirdim. Bedri Baykam'ın eserlerinden birinin üzerine yapıştırılmış Silurus glanis'e benzettiğim ama elimde anahtar olmadığı için tür tespiti yapamadığım canlıyı görünce şöyle Beytepe'ye doğru uzanıp geldim. Eserde hayatımdan bir parça bulmuş oldum böylelikle. Şaka bir yana " Hmm... İlginç " diyebildim sadece. Türklerden en hayranlık uyandırıcı yapıtları oluşturan ismi hatırlayamadığım için deliriyorum şu an ama gidenler İstanbul panoraması üzerinde çalışan sanatçı desem kimden söz ettiğimi anlayacaklardır muhtemelen. Yukarıda bir yerlerde eserlerinden birini paylaşmıştım. Hatırlamadıysanız bir kere daha bakmanızı salık veririm. 


Bahsetmek istediğim birkaç şey daha var aslında ama yazmaya mecalim kalmadı sergiden çıkınca Angel ile biyoenerjimizin dibine vurduğumuz zaman yürümeye halim kalmadığı gibi. Bende ekstradan bir bel ağrısı da meydana geldi ki ne siz sorun ne ben tarif edeyim. Hal böyle olunca kısmen aç biilaç gençler olarak kapağı yemek masasına attık. Kapanış saatine dek Pera Müzesi'ndeki üç sergiyi gezemeyeceğimizi idrak edince sanata boğulmuş insanlar olarak müzik ve edebiyat konularına geçiş yaptık. Gerisi bize kalsın artık. Sözlerime burada son verirken bizi Contemporary Istanbul'a tuhaf tavsiye biçimi ile de olsa yönlendirerek farklı bir deneyim yaşamamıza vesile olan MadeniCesaret e ve yaptığım tüm çıkıntılıkları büyük bir sabırla karşılayan - sebebi bir saatlik gecikmesi olabilir - Angelıma teşekkürlerimi sunuyor ve yazının bu kısmına kadar gelebilen okuyucuya sevgilerimi gönderiyorum. Sözün özüne gelmeden önceki giriş aşamasını uzun uzadıya yazıp asıl meseleyi kısa tuttuğum için de kendimi tebrik ediyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder