6 Ocak 2011 Perşembe

Doymadım; doyamadım gezmeye seni ben

" Türkiye - Japonya ilişkilerinin başlangıç döneminde İstanbul’u ziyaret eden üç Japon’un; işadamı ve çay merasimi üstadı Yamada Torajirō, mimar, profesör ve ilk Japon mimarlık tarihçisi Itō Chūta ile Budist din adamı, araştırmacı Ōtani Kōzui’nin Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında özellikle İstanbul yaşantılarını bugüne taşıyan “Hilal ve Güneş / İstanbul’da Üç Japon; Yamada Torajirō, Itō Chūta, Ōtani Kōzui” sergisi, 2010 Türkiye’de Japonya Yılı’nda iki dost ülke ilişkisinin başlangıç ve şekillenme sürecine farklı bir bakışla, yeni ışıklar tutuyor. "

Koskoca bir Japon yılı geldi de geçti canım ülkemden. Japonya ile ilintili onlarca aktivite yapıldı belli başlı şehirlerde. Peki Japon kültürüne ilgi duyan biri olarak ben ne yaptım? Etkinliklerin hiçbirini kaçırmadım... Demek isterdim ama gerçek şu ki etkinliklerin - ellerinizde hazır duran domatesleri fırlatmak istiyorsanız şimdi tam sırası - hiçbirine katılmadım. Kıvırabileceğim bir vaziyette olmadığım için sebepsiz sonuca giriverdim böylelikle. Ben gideyim de içimdeki Japan sevgisinin röntgenini çektirip incelemeye tabi tutayım. Tedavi gerektirecek kadar ciddi bir durum olduğunu sanmıyorum gerçi. Çünkü...

Dün İstanbul Araştırmaları Enstitüsü'ndeki Hilal ve Güneş sergisindeydim. Yazının girişinde sergi ile alakalı ufak bir bilgi bulunmaktadır ki bu satıra geldiğinize göre okumuş olsanız gerek. Okumayıp atladıysanız hemen başa geri dönün ve hatmedin o paragrafı. Süs niyetine kondurmadım oraya. Neyse. Öksürük, tıksırık, hastalık dinlemedim; hatta " Sergiye gideceğine hastahaneye git " diyen annemi dahi dinlemeyip bu yola baş koydum. Çünkü benim için en iyi tedavi yönteminin bu sergiyi gezmek olduğunu biliyordum. Nitekim üç haftaya yakın bir süredir üzerime yapışan kuru öksürük bugün epey bir azalma göstermiş vaziyette.

Malum, bu işler plan program çerçevesinde gelişir. Arkadaşlar ayarlanır; gidiş-varış-toplaşma saatlerine karar verilir vs. Ben de kendime bir ayar çektim. Gelin görün ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Yarım saat geç uyandım. Oysa PTT ye mektup bırakacaktım. Metrobüs durağında buluşacağım Angel'ı bu havada bekletmemek adına bu işten vazgeçip buluşma yerine yollandım. Yollandım yollanmasına da hesaba katmadığım, aslında böyle olacağını biliyordum ya neyse, bir durum ortaya çıktı. Angel trafik yüzünden gecikeceğini, hakikatte evden geç çıktığını düşünüyorum, bildiren bir mesaj attığında durakta dikilmiş rüzgarın sağlı sollu yumruklarına direnmeye çalışır vaziyetteydim. O mesajdan sonra insanda savaşma gücü de kalmıyor sevgili okuyucu. Yarım saat boyunca rüzgarla samimi görüntüler verdim. İşin ucunda Japan olmasaydı eve geri dönmüştüm belki de. Biliyorum, lafı yine sakız gibi uzattım ama yazmasam içimde kalacaktı.

Artık sadede gelebilirim. İstanbul Araştırmaları Enstitüsü'nün kapısını evvelce çalmamış insanlar olduğumuz için açık adresi bir bilene soralım dedik. Hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde bu işi Angel üstlendi. Adresi sorduğu yer ise bir iki saat önce başka bir sergi için Zeze'yi de aramıza katarak gittiğimiz Pera Müzesi çalışanlarıydı. Zeze'nin niçin bizlerle birlikte olmadığını merak edenlere duyurulur: Kendisi ders vereceği öğrenci tarafından ekileceğini bilmediği için saat 17.00 yi gösterdiğinde gündüzlerin Cinderellası gibi buhar olup uçuverdi. Acı haberi yollarımızı ayırdıktan yarım saat sonra aldı yanlış hatırlamıyorsam. Biz enstitüyü bulduk bulmasına da giriş kapısını keşfedemedik. Angel'ın açmayı denediği kapıdaki tıngırtıyı hisseden güvenlik görevlisi biz yolumuza devam ederken dışarıya başını uzatmış olmasa kimbilir nereye giderdik?

İçeriye girince ilk iş hatıra defterine göz attık. Yazılanları gözden geçirdik. Serginin benden önce Japonların akınına uğradığını öğrendiğimde yüzüm biraz asılmış olsa da - yok yok; sergiye Japan görmek için gitmedim - salona adım attığımız anda mutluluk hormonu salgısında büyük artış yaşandı. Yüzümden aptal bir sırıtış eksik olmadı. Nasıl olmasın ki? Nereye baksam portreler, aile fotoğrafları, kartpostallar, belgeler vs. görüyordum. Velhasılıkelam, her yerden Japon kültürü fışkırıyordu ve ben bu kültürün içerisindeydim. Camekan ardındaki çay takımlarını kullanabilseydik daha iyi olurdu ya neyse. Her daim yaşının gerektirdiği olgunluğu gösteren bendeniz, yersen, biraz çocuklaştım tabii. Portrelerden birinin önüne kalp biçimine getirdiğim elimi koyup fotoğraf çektirecek kadar ileri gittim. Gerisini siz düşünedurun; ben hatıra defterine bir iki cümle karalayarak sergiye son noktayı koydum, yazıya da.

Dipnot: Sergideki Japonca yazıları incelemekten beynim öyle bir hale geldi ki gece rüyamda Japon alfabesiyle haşır neşirdim. Belirtmeden geçmeyeyim dedim.

1 yorum: