30 Ocak 2011 Pazar

Mini mini yapılarla Miniatürk öncesinde esnasında ve sonrasında vol. 1

Angel Miniatürk'e gidelim der de ben hayır der miyim hiç? Demem. Demedim de zaten. Hava soğukmuş, üstelik yağmur yağacakmış, Miniatürk açık alandaymış... Kim takar? Biz bu yola başkoymuşuz bir kere... Öyle olmuyor işte. Yaşadığım semtteki hava Sütlüce'ye uymuyor(muş). En iyisi baştan alayım.

Sabah saat 09.30 da telefonumdan yükselen bir melodiyle güne uyandım. Alarm zili - biliyorum çok şaşıracaksınız - SS501 grubunun Never Again isimli parçası olmasaydı güç bela uyanma olasılığım yüksekti. Alarm çalarken ekranda Hyun'un fotoğrafı gözüktüğü için gözlerimde uykudan eser kalmamış da olabilir. Emin değilim. Neyse.

Angel ile buluşma yerimiz bellidir ama kendisinin benden önce geldiği neredeyse hiç görülmemiştir. Fakat bu kez durum farklıydı. Çünkü babası ile birlikte gelmişti. Tabii bu manzara karşısında çok duygulandım. Gözlerim doldu. Ağlamamak için kendimi zor tuttum. İş kendisine kalsa beni yarım saat ağaç etmeden içinin rahat etmeyeceğini hatırlayınca ancak kendime gelebildim yani o derece. Şaka şaka. O kadar da değil. Yazarken mübalağa yapmayı seviyor oluşuma ver bu durumu Angel.

Angel'ın kendisi gibi eğlenceli babası ve yengesi ile yaptığımız yolculuk tramvay durağında sona erdi. Artık yapayalnızdık. İstanbul kalabalığında iki nokta kadar görünen genç insanlar olarak tedirgindik. Korkuyorduk. Hansel ve Gretel gibiydik. Bu yazdıklarıma inanan var mı acaba? Başımız dik ilerledik durağa. Tramvayın öldüren kalabalığından korkmuyorduk. Yine de beklediğimiz kadar kalabalık olmadığı için rahatladık. Hatta şansımız öyle iyiydi ki akbaba gibi tepelerinde beklediğimiz insanlar erkenden indiler tramvaydan. Biz de otura otura, maskott grubunun konser yorumları eşliğinde, Eminönü'ne vardık.

Eminönü her zamanki gibiydi; vapur iskelelerinde bekleyenler, kıyıda balık ekmek yiyenler, koşturanlar, fotoğraf çektirenler... Her şey tanıdıktı ama yine de hayran hayran etrafı seyretmekten alamadık kendimizi. Marmara Denizi'nin soğuk çehresi, Galata Kulesi'nin etrafındaki kötü yapılanma bile rahatsız edemedi bizi. Hatta vapurla Üsküdar mı yapsak yoksa Taksim'e mi gitsek Miniatürk gezisinin ardından gibisinden planlar yapmaya başladık. Çünkü İstanbul candır. Yeri gelmişken, fotoğraf için mevzilendiğimiz bölgeye gelen bir grup gençten biri " Burasının manzarası fotoğraf çekmek için iyi değil ya! " dedi ama yine de orada öylece kalakaldılar ya oh olsun. İstanbul böyle çarpar adamı işte!

Otobüs duraklarının yolunu tuttuğumuz an kendimize olan güvenimizin zayıfladığı anlardan biriydi. Çaresizce etrafta 47 numaralı otobüsü ararken hareket halinde yakaladık kendisini. Miniatürk'ün kendine has bir durağının olduğunu da şoför bey sayesinde öğrenmiş olduk. Yolculuk esnasında zaman zaman daha önce kimselerin gitmediği, gidip de görmediği mekanlardan geçtiğimiz için acaba durağı atladık mı gibisinden endişelere maruz kalsak da sağsalim hedefe ulaştık.

Belirtmeden geçemeyeceğim: Miniatürk'ün girişi çok tuhaf. Bir yerde her iki tarafımız yeşilliklerle kaplandı ve rüzgarın esintisiyle sağa sola sallanınca sanki müzeye değil de Amazon ormanlarına giriyormuş gibi hissettik. Buna binaen çıkışta birkaç Afrika dansı yaptık hatta Angel ile. Dikkatinizi çekerim. Mekanı terkederken yaptık bu işi. Gelelim müzenin kendisine.

Girişte verilen biletteki barkod numarası ile yapıların yanındaki makineden kısa bilgi edinmek mümkün. Bu bizim gibi Turizm öğrencisi olmayanlar için güzel bir hareket. Farklı dillerde anlatımlar mevcut üstelik. Rusça olanını kulaklarımızla işittik. Japonca da var mı diye merak ettim ama biletimizde Türk dili yeraldığı için bu sorunun cevabını bilemiyorum. Neyse. Henüz eserlerin arasına adım atmadan önce tepeden şöyle bir bakınca çok güzel görünüyor müze. İçlerine dalınca ise daha da güzelleşiyor her şey. Çoğu zaman kendimi cüceler ülkesindeki Güliver gibi hissetmiş olsam da, birçok eserin boyu benimkini aşmıyor, birçoğunu belki de hiç göremeyeceğim eserlerin minyatürlerini incelemek oldukça zevkliydi. Tam da şu an turizmci olasım geldi.

Müzenin ancak yarısını dolaşmıştık ki fotoğraflardan da anlaşıldığı üzere hava iyice berbat bir hal aldı. Angel ile birbirimize baktık. İkimizin de zihninde aynı düşünce vardı: " Giriş ücreti ucuz nasıl olsa. Bir kere daha geliriz. Ama şimdi... Geziyi noktalama vakti " . Düşüncemiz dile geldikten sonra çıkışa doğru bir koşu tutturduk. Zira gözlerimizi açık tutmakta zorlandığımız bir rüzgar ve bizi koruyacak bir şemsiyemizin olmadığı yağmur işimizi iyice zorlaştırıyordu. Derken Selimiye Camii karşımıza çıkıverdi, ardından Anıtkabir, sonra Bursa Ulu Camii... Az biraz daha oyalandık ve sonra onu gördüm.

Ayasofya değil gördüğüm. Yanlış anlaşılmasın. Burçlarında Türk bayrağı dalgalanan tahtadan yapılmış bir kale gördüm. Çocukların oynaması için yapılmış. Ben de hala içimde bir çocuk gizlediğime göre, bu hareketimle dışa vurmuş oldum, koştura koştura merdivenleri çıkıp kalenin tepesine ulaştım. Sevgili fotoğrafçım Angel'dan birkaç poz çekmesini istedim. Kırmadı beni sağolsun. Oradan Truva atına geçiş yaptık birlikte. Barınak niyetine kullandık. Soğuktan az biraz korunmuş olduk. Şebeklik de yapmadık değil hani ama o anları belgeleyen fotoğrafları bizden başka kimsenin görmeyeceğini umut ediyorum.

Nihayet Miniatürk gezimizin sonuna geldik. Devamında yaşananları bir sonraki yazıya bırakıyorum. Buraya kadar gelebilen okuyuculara teşekkürlerimi sunuyor ve huzurlarınızdan ayrılıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder