14 Kasım 2011 Pazartesi

Kitap aldım cebim yandı amanın amaaaanın ♫

Yorgunum dostlarım yorgunum yorgun... Altı saatimi - fiyatlarımıza, pardon saatlerimize gidiş&dönüş dahildir - fuar için harcadım bugün. İşte bu yüzden senede iki kere Büyükçekmece'de yaşıyor olmayı diliyorum. Ben oturduğum ilçeye İstanbul'dan öte İstanbul'dan ziyade muamelesi yaparken TÜYAP fuar alanının Küçükçekmece'den daha ötede olmasını nasıl ifade ederim bilemiyorum. Metrobüs yapım çalışmaları yüzünden iyice çığrından çıkan trafiğe hiç girmeyeyim zaten. Velhasılıkelam, söyleyecek sözüm yok.


Her zaman söylemişimdir. Söylememiş de olabilirim aslında. Neyse. Diyeceğim şu ki hafta içi kitap fuarına gitmenin keyfi başkadır. Şekil a1 de görüldüğü üzre bedeninizin etrafında bir metre çapında çember oluşturabilecek kadar büyük bir hareket alanına ancak ve ancak haftaiçi sahip olabilirsiniz. Haftasonu ise bırakın hareket alanını vücudunuzu sığdırabileceğiniz boşluğu bile zor bulursunuz. Hele bir de yazarların imza günüyse o gün vay halinize! Standların yanına yaklaşabilene özel ödül veriyorlarmış diye duydum. Tamam, bu kısmını uydurdum ama öncekiler bizzat tecrübe ile sabittir. Bak şimdi aklıma geçen yıl Jean-Christophe Grange imza saatinde yaşanan izdiham ve hemen karşısındaki İnkılap Kitabevi standından yerlere saçılan kitaplar geldi. Gelen vurdu giden vurdu Refik Halid Karay ve Reşat Nuri Güntekin'in eserlerine imza kuyruğundakilerden kalan bir gıdım alanda ileriye gidebilmek uğruna. Sinir katsayım epey yükselmişti o gün. 

Efenim bendeniz kitap fuarına tutumlu olmam gerektiğini kendime hatırlatarak gittim. Ama girişteki turnikeden geçer geçmez bana bir hal geldi. Bi değişim bi dönüşüm geçirdim ve şeytanımsı bir gülümseme ile 2 numaralı salona daldım. Sonrasını hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde cebimde beş kuruş kalmamıştı ve elimde fotoğrafta gördüğünüz kitaplar vardı. Şaka bir yana, tam olarak bu şekilde olmasa da almak istediğim albüm sayısını dörde indirgeyerek kitap sayısını beşe yükselttim. Beşinci kitap nerede diyenler olabilir aranızda. Cuma günü yazarından imzalı halde elimde olacağını umut ediyorum. Her yere de yazdım bunu. Alamazsam vay halime! 

Dam üstünde saksağan, nerede benim hazırladığım listedeki kitaplar? Cumartesi günü kitap alacağım yayınevlerinde yapılan indirimleri öğrenince - Angel sağolsun - bir kısmını internet alışverişine transfer ettim. Aralarında Haruki Murakami de vardı ama çekikgöz sempatizanlığım kendini gösterdi görüldüğü üzre. Bu yüzdendir ki hiç hesapta olmayan Kazuo Ishiguro - Beni Asla Bırakma da kütüphanemin yeni yavrularından biri oldu. Paulo Coelho ayrı bir olay. Yazar aynı ama seçtiğim eser farklı. Kitap kurtları sebebini çoktan çakmıştır diye düşünerekten açıklamıyorum. Konusunu araştırırsanız cevabını bulursunuz diyerek araştırmacı yönünüze katkıda bulunuyorum. Ah bu düşünceli ben!..

Ve Üç Silahşor... Silahşor, silah kullanmada usta olan kimseye denir. Ben demiyorum TDK diyor. Silahşör kime ya da neye denir bilmiyorum çünkü TDK sözlüğünde yer almıyor. Anlatım bozukluğunun alasını yapıyormuşum da haberim yokmuş. Üç silahşörler ne ya?! Üç silahşörler ne? Üç biyologlar diyor muyuz biz ya da üç öğrenciler? Dağılın şimdi!.. Derdim ama diyemiyorum çünkü bir ay öncesine dek bizzat öyle kullanıyordum. Meğer senelerce yanlış tabir kullanmışım da haberim yokmuş. Siz siz olun herhangi bir ortamda klasiklerden söz açılmışken bu esere değinecekseniz Üç Silahşörler deyip klasikten aldığınız hava payını yarıya indirmeyin. Hatta " Bak arkadaşım, onun doğrusu şudur... " şeklinde bir açıklama yapıp havanızı ikiye katlayın. Yeri gelmişken - paragraf bu kitaba ayrıldı ya hani o bakımdan - the Three Musketeers müzikalinde boy, pos, endam, ses sergileyecek olan Heo Young Saeng'e teşekkürler. Eser listemde geçen yıldan beri vardı ama satın alma işini hızlandıran Young Saeng'in müzikal için D'Artagnan rolüne seçilmesi oldu. 

Fuardan bir iki şey aktarayım hemencecik konuyu SS501 grubuna bağlamadan. En çok hoşuma giden şey Can Yayınları'nda kasaya ödeme yapacağım sırada başıma geldi. " Ladies first " diyerek bana sırasını veren turist grubu beni çok şaşırttı. Acaba elimdeki kitabın Paulo Coelho'nun eseri olması sebebiyle mi böyle oldu diye düşünmedim değil hani... Desem de inanmayın. Kibarlık güzel şey, sevimli şey; daha sık karşılaşmak istediğim birşey. İkinci sırada Doğan Kitap standındaki genç arkadaşımızın poşetime atıverdiği birşey var. Ön kısmında Haruki Murakami'nin eserlerinin kapak resimlerinin, arkasında ise meşhur bir sözünün yer aldığı kartpostalın iki katı büyüklüğündeki kart. Sormak hata: Ba-yıl-dım! Üçüncü sırada Dost Kitabevi Yayınları var. Varlığı yeter. Öyle hasret kalmışım ki az kalsın çalışan elemana sarılacak ve " Niçin İstanbul'da şubeniz yok? Niçin? " diye ağlayacaktım. Dördüncü sırada Laz Kültür Derneği var. İlk defa tanımadığım biriyle Lazca deneyimi yaşadım ama epey zorlandım. Amca diyor sonuri re; ben, kardeşim ve kuzinim anlamıyore. Nerelisiniz diye sorunca iş çözüldü. Pazar ve Ardeşen, her ikisi de Rize'nin ilçesi ama gel gör ki konuşulan Lazca epey farklı. Sorun da buradan kaynaklı. Onlardaki sonuri re bizde olmuş nakonuri ore. Öyle anne, baba, dede, nine, dayı, amca ve bilimum sülale üyeleri Laz olan bir aileden gelmekle bitmiyormuş her şey velhasılıkelamsever insan. Öğrenmiş oldun. Beşinci sırada sahafların olduğu kısım var. Çürük domatesleri hazırlayın çünkü bir itirafta bulunacağım. Önceki senelerde ikinci ve üçüncü salonlar haricinde gezinti yapmıyordum fuarda. Bu yıl - kardeşim sağolsun - salonlardan birinde sahaflar var deyince fırtına gibi daldım öteki salona. Gezmesi en keyifli olan kısım buydu. Eski dergiler, kitaplar, gazeteler; hatta aile fotoğrafları bile var. Ses dergisini görünce Ediz Hun veya Kartal Tibet'in kapak resmi olduğu bir tane bulabilirim diye ortalığı birbirine kattım. Üzülerek söylüyorum ki ellerim bomboş kaldı. Ben de gittim kitap aralığı olarak kullanabileceğim birkaç kartpostal aldım kendime. Bir tane de odaya koyabileceğimiz bir paspartu çalışması edindik kardeşimle. Aldıklarımızı koydukları kese kağıdı bile çok sevimli göründü gözüme. Ruhumun bir parçası nostaljiyi seviyor arkadaş! Yapacak birşey yok. Bu devirde mektup arkadaşım var ya daha ne diyeyim? " Siz de bir tane edinin " mi? Düşünün bi. 

Kitap fuarına gidip de aynı alandaki sanat fuarına uğramayanları kınayabilir miyim? Kınayamam ama fırsat bulursanız gidin derim. İnsana " Ohannesburger! " veya " Yok artık LeBron James! " dedirtecek cinsten eserler mevcut. Ben gittim, bir kısmını gezdim. Ara ara kardeşime dönüp " Bak meslektaşların neler yapıyorlar? İleride senden de böyle orijinal eserler bekliyorum " demekten geri durmadım tabii. Çileden çıktı yavrucak. Bana kendi elinden çıkan sakuralardan mürekkep bir yağlıboya tablo hediye etmediği sürece belli periyotlarla başını şişireceğim. Sanat fuarı demişken çıkış kapılarının hepsine güvenmeyin. Birini kullandık, yer&yön duygumuzu yitirdik. Otobüs durağının ne tarafta kaldığını kestiremedik. Sonuç olarak çıktığımız kapıdan görevlinin tuhaf bakışları arasında gerisingeri giriş yaptık içeriye. Sonrası malum, eve yolculuk. 

Sözlerime burada son verirken bugün ben keyif yaparken eziyet çeken sol koluma selam ediyor, bir an evvel eski formuna kavuşmasını diliyorum. Bu yazıyı okumayı başaran çok sevgili okuyucuya sevgilerden bir demet gönderiyorum. Ne?! Aldığım kitaplardan birini vereceğimi mi sandınız?! Şaka bir yana, herkese keyifli alışverişler. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder