Yüzlerce kez inip çıktığım
merdivenlerin başında durdum önce. Sağ tarafımda bir zamanlar çay alım yeri
olan beton kütlesinin yıkıma direnen tek duvarının çatlaklarına kaydı gözlerim. Bir
zamanlar terasında oynadığım taze biçilmiş çay kokan bu yerin bir parça yığın
haline geldiği gerçeğine sırt çevirdim. Çay tarlaları duruyordu şimdi karşımda mesafeli
bakışlarla süzdüğüm. Oysa küçükken boyumdan büyük hevesle giriştiğim bir işti
çay toplamak, oyundu, eğlenceydi. Öyle ki bir seferinde benden büyük iki
kuzenimle tek başıma giriştiğim mücadeleyi kazanarak en fazla çayı ben
toplamıştım. Toplamışım daha doğrusu. Babaannem anlatmıştı. Babamın deyimiyle kullandığım
şemsiyenin altında kaybolduğum zamanlardan kalmadır belki. Bilemiyorum. Hatırlamıyorum.
Çok da uzak olmadığını düşündüğüm
bir zamanda hepsinin üzerini otların bürüdüğünü görür gibi olduğum çay
tarlalarından ayırdığım bakışlarımı eve giden yola çevirdim. İlk basamağı
çıktım, geride bir yaş bıraktım. Birkaç basamak daha çıktım ve bir yaş daha…
Yolun bitimine, çocukluğumun beni beklediği yere doğru ilerlerken tuğladan
yapılmış bir eve rastladım. Fadime Bula yaşardı bir zamanlar. Hani şu ara sıra
abimle televizyon izlemek için kapısını çaldığımız nine yok mu? O işte. Nasıl
sevinirdi bizi görünce. Kızından başka kimsesi yoktu. Vardı ama yoktu. Büyük
şehirler almıştı diğer evlatlarını, torunlarını. Şimdi o da yok. Kırık
pencerelerinden rüzgarın girip perdeleri dalgalandırdığı evi eskisinden daha
soğuk.
Fadime Bula’yı televizyonla
aldatmış olmanın verdiği vicdan azabıyla ayrıldım oradan. Köşeyi dönünce başka
bir aile ocağının kalıntılarına rastladım. Kalıntı dediğim de iki üç taş
parçası. Gerisi çay tarlası. Bir zamanlar koca bir evmiş. Öyle ki üst kattaki
yataklardan birinde zıplayarak oynayan çocuk dengesini sağlayamayıp o esnada
açık olan pencereden aşağıya düşmüş de ölmemiş. Mucize nevinden bir şeymiş. O
kadar büyükmüş ev. Zamanla küçüldü. Birkaç taş parçası kaldı ondan geriye
çocukken üzerlerine bitkileri yığıp abimle bakkalcılık oynadığımız.
Yürümeye devam ettim. Her biri
kutu kadar olan üç katlı bir binanın önüne geldim. Çocukluğumun beni beklediği
yerdi burası. Dedem çay zamanlarında kullanmamız için inşa etmiş. O yüzden
böyle ufak, derdi babam. Sağlam olmadığını düşünürdü aynı sebepten ötürü. Annem
yağmur yağdığında evi toprak yutacak korkusuyla şehirdeki eve inmek isterdi.
Sahi, dedem bir apartman dikmişti oraya çocukları yaşayacak diye. Biri hiç
yerleşmeden İstanbul’a gitti. Diğeri birkaç ay kalabildi. İş bulma sıkıntısı
baş gösterince tası tarağı toplayıp taşı toprağı altın dedikleri şehre yerleşti
abisi gibi. Dedemin hayal ettiği bu değildi belki de. Fakat oldu işte. Bense
çay mevsiminde gittiğimiz memleketimizden dönerken sevdiklerimden bir kısmını
geride bırakmanın verdiği burukluğu yaşadım bir süre. Birkaç yıl var ki ona da
alıştım. Bir keresinde çok kızmıştım “ Sen artık İstanbullu oldun. On küsür
senedir orada yaşıyorsun “ diyen arkadaşıma. Ne var ki şimdi İstanbul memleketimden daha
çok benim oldu.
...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder