29 Kasım 2013 Cuma

Zamanda Yarım Bir Gezinti

Yüzlerce kez inip çıktığım merdivenlerin başında durdum önce. Sağ tarafımda bir zamanlar çay alım yeri olan beton kütlesinin yıkıma direnen tek duvarının çatlaklarına kaydı gözlerim. Bir zamanlar terasında oynadığım taze biçilmiş çay kokan bu yerin bir parça yığın haline geldiği gerçeğine sırt çevirdim. Çay tarlaları duruyordu şimdi karşımda mesafeli bakışlarla süzdüğüm. Oysa küçükken boyumdan büyük hevesle giriştiğim bir işti çay toplamak, oyundu, eğlenceydi. Öyle ki bir seferinde benden büyük iki kuzenimle tek başıma giriştiğim mücadeleyi kazanarak en fazla çayı ben toplamıştım. Toplamışım daha doğrusu. Babaannem anlatmıştı. Babamın deyimiyle kullandığım şemsiyenin altında kaybolduğum zamanlardan kalmadır belki. Bilemiyorum. Hatırlamıyorum.

Çok da uzak olmadığını düşündüğüm bir zamanda hepsinin üzerini otların bürüdüğünü görür gibi olduğum çay tarlalarından ayırdığım bakışlarımı eve giden yola çevirdim. İlk basamağı çıktım, geride bir yaş bıraktım. Birkaç basamak daha çıktım ve bir yaş daha… Yolun bitimine, çocukluğumun beni beklediği yere doğru ilerlerken tuğladan yapılmış bir eve rastladım. Fadime Bula yaşardı bir zamanlar. Hani şu ara sıra abimle televizyon izlemek için kapısını çaldığımız nine yok mu? O işte. Nasıl sevinirdi bizi görünce. Kızından başka kimsesi yoktu. Vardı ama yoktu. Büyük şehirler almıştı diğer evlatlarını, torunlarını. Şimdi o da yok. Kırık pencerelerinden rüzgarın girip perdeleri dalgalandırdığı evi eskisinden daha soğuk.

Fadime Bula’yı televizyonla aldatmış olmanın verdiği vicdan azabıyla ayrıldım oradan. Köşeyi dönünce başka bir aile ocağının kalıntılarına rastladım. Kalıntı dediğim de iki üç taş parçası. Gerisi çay tarlası. Bir zamanlar koca bir evmiş. Öyle ki üst kattaki yataklardan birinde zıplayarak oynayan çocuk dengesini sağlayamayıp o esnada açık olan pencereden aşağıya düşmüş de ölmemiş. Mucize nevinden bir şeymiş. O kadar büyükmüş ev. Zamanla küçüldü. Birkaç taş parçası kaldı ondan geriye çocukken üzerlerine bitkileri yığıp abimle bakkalcılık oynadığımız.

Yürümeye devam ettim. Her biri kutu kadar olan üç katlı bir binanın önüne geldim. Çocukluğumun beni beklediği yerdi burası. Dedem çay zamanlarında kullanmamız için inşa etmiş. O yüzden böyle ufak, derdi babam. Sağlam olmadığını düşünürdü aynı sebepten ötürü. Annem yağmur yağdığında evi toprak yutacak korkusuyla şehirdeki eve inmek isterdi. Sahi, dedem bir apartman dikmişti oraya çocukları yaşayacak diye. Biri hiç yerleşmeden İstanbul’a gitti. Diğeri birkaç ay kalabildi. İş bulma sıkıntısı baş gösterince tası tarağı toplayıp taşı toprağı altın dedikleri şehre yerleşti abisi gibi. Dedemin hayal ettiği bu değildi belki de. Fakat oldu işte. Bense çay mevsiminde gittiğimiz memleketimizden dönerken sevdiklerimden bir kısmını geride bırakmanın verdiği burukluğu yaşadım bir süre. Birkaç yıl var ki ona da alıştım. Bir keresinde çok kızmıştım “ Sen artık İstanbullu oldun. On küsür senedir orada yaşıyorsun “ diyen arkadaşıma. Ne var ki şimdi İstanbul memleketimden daha çok benim oldu.

...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder